Lale üyemiz gönderdi.
Onur BİLGE
Tophaneden ayrılırken, bir kez daha Osmanlı Devleti kurucularını ziyaret etmek ihtiyacı duydum. Sanki onlar ölmemişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yaşamaya devam ediyorlardı. Belki de iki gazi, kanları ve emekleri karşılığında hak ettikleri toprakta, dünyanın en mutlu padişahları olarak mışıl mışıl uyuyorlardı. Hani dinlenmenin tadı yorgunlukla doğru orantılı olarak artar ya... Onca uğraştan sonra, her şeye rağmen, huzur içinde, ilikleri kemikleri dinleniyordu! Onlar beni tanımıyorlardı ama ben onları çok yakından tanıyordum. Eğiticilerine kadar...
Yaşlı bir karı koca kendi aralarında konuşuyorlar, Somuncu Baba isimli, keramet sahibi bir zattan bahsediyorlardı. Türbenin sessizliğinde konuşmaları açıkça anlaşılıyordu. Onlara, nerede olduğunu sorduğumda, kadın:
_ Onun kabri burada değil. Darendede... Burada sadece çilehanesi, fırını, küreği falan var. Görmek isterseniz, kapıdan çıkın, sağa sapın, yolu takip edin, dönünce hemen sol tarafta... Alçak bir kapısı var. Küçücük bir fırın... İki metre ancak gelir eni boyu. dedi.
Teşekkür ettim, ayrıldık. Onlar orada kaldılar. Babama Gider miyiz? dercesine baktım. Anladı, Gidelim! der gibi gözlerini bir iki saniye kapatarak başını hafifçe eğerek gözlerime baktı. Anlaştık, çıktık. Dar, yokuşlu bir yol... Bursanın her tarafı yokuş... Çok gitmeden bahsedilen yeri gördük. Kapısının üstündeki açıklıktan içeriye baktık. Yıkık dökük denecek kadar harap, eğri büğrü sıvanmış taş duvarlı, beyazlığı kalmamış kireç badanalı, alçak tavanlı bir odacık... İçinin sıvası, badanası da aynı... Solda, yarım ay şeklinde bir fırın kapağı, duvarda asılı bir fırıncı küreği...
Sadece ekmek yapan, erenlere karışmış bir adamdı. Hakkında başka bilgimiz yoktu. İçerde de kayda değer bir şey yoktu. Bu mekân neden bu kadar önemli ve milletin dilindeydi. Bir pişmanlık hâsıl oldu içimde.
_ Keşke o yaşlılara bu fırıncı hakkında bir şeyler sorsaydım, baba. Kerametleri neymiş? Asırlardır burayı neden korumuşlar, kutsallaştırmışlar? Orada o kadar konuşamazdık ya... Kabirlerin başında... Geldik ama hiçbir şey anlamadım ben. Ya sen? dedim babama.
_ Sorar, öğreniriz. Acaba kaynaklarda var mıdır? Önemli bir zat olmasaydı, bu yapı onca zaman böyle kalmazdı. Koruma altına alındığına göre, değerli birisiymiş. Allah rahmet eylesin.
_ Kabri Darendedeymiş. Darende nerede?
_ Malatyanın ilçesi... Şehre girmeden, beride... Hem yemyeşil, hem de kayalık bir yer... Dev kayaların arasından upuzun gümrah ırmaklar akar.
_ Sen nereden biliyorsun? Gittin mi?
_ Sorduğun şeye bak! Onca sene öğretmenlik yaptım ben. Bir şeyler bilmeseydim, çocuklara ne öğretecektim? Sen neden bilmiyorsun?
_ Coğrafyayla aram yok. Ben ülkemin her yerini gerçekten öğrenmek istiyorum ama kitaplardan değil, gezerek, görerek, yakından... Üç satırlık kitaplardan, cansız haritalardan değil...
_ Bir araba alalım da gezelim. dedi.
_ Sen çok yavaş araba kullanıyorsun. Türkiye turuna çıksak, tamamlamaya ömrün yetmez! dedim.
Gülmeye başladık. O sırada fırından biraz uzaklaşmıştık. Başımı çevirince sağdaki evin penceresinden genç bir kadının bakmakta olduğunu gördüm. Gülümseyerek konuşmak için işaret ettim. Camı açtı:
_ Merhaba! Bir şeyler soracaktım. Somuncu Babanın kim olduğu hakkında...
_ Merhaba! O mu? Bursanın çok meşhur bir evliyası... Tanımayan yoktur burada onu.
_ Ben çok meraklıyım da böyle şeylere. Kerametlere falan... Onun hakkında bilgi almak istedim.
_ Tam yerine geldiniz. Anlatırım ben size.Tamam, anlatayım da epey uzun... Burada ayakta mı konuşacağız? İçeriye buyurun! Durun, kapıyı açayım!
Pencereyi kapattı, odadan koridora çıkıp, kapıyı açtı. Tereddüt ettik, girmeden önce ama baktık ki içerde yaşlı bir bey var ve o da kalkıp geliyor, kapıya doğru ve içeriye davet ediyor, girdik.
Tanışma faslından sonra sorumu yineledim. Sinaver Hanım anlatacaktı, Babası Arif Bey atıldı:
_ Bize komşu sayılır. Buradadır ruhaniyeti. Onun için araştırdım, öğrendim. Hayatını bilirim. Ben de imamım. Çeşitli illerde ve son beş yıl Bursa Müftülüğünde, toplam otuz dört yıl çalıştım. Müftü olarak emekli oldum. Bu konulara ben de meraklıyım. Onu size etraflıca anlatayım. Önce sorayım da üstümden günah gitsin; aç mısınız, tok musunuz? Bizde adettendir, sorarız.
_ Seferiyiz ama niyetliyiz. Teşekkür ederiz. dedim.
_ Ha, tamam o zaman... Efendim, bu zat, çok büyük bir evliyadır. Babası, Kayseriye göçmüş Horasan Türkmenlerindendir. Adı Hamid-i Velidir. Peygamber Efendimizin yirmi dördüncü göbekten evladıdır. Yani Seyiddir. İlk tasavvufi dersleri babası Şemseddîn Musadan alır, sonra o da diyâr diyâr dolaşıp, Şam'a, Tebriz'e, Erdebil'e gider, ilim tahsil eder.
Tebriz yakınlarında, Hâce Alâeddin-i Erdebili tarafından yetiştirilerek, tasavvufi alanda derecesini yükseltip, Beyazıt Bestaminin maneviyatından da istifade ederek eğitimini tamamlar, icazetini alır. Hocası, Hamid-i Veli'ye, Anadoluya gitmesini, öğrendiklerini insanlara anlatmasını söyleyerek, öğrencileriyle beraber onu, Şemseddin-i Tebrizi Makâmı denilen yere kadar uğurlar, onu kıskanan talebelerine dönerek:
_ 'Hamid'e bakın, şayet arkasına döner, bize bakarsa, gönderdiğim yerde onun bilgisinden yararlanırlar; bakmazsa, ilminden hiç kimse istifade etmeyecek demektir.' der.
Kalanların meraklı bakışları Hamid'i takip etmektedir. Hamid-i veli bir süre sonra iki defa dönerek arkasına bakınca, arkadaşları onun ne kadar başarılı olacağı konusunda ikna olurlar.
Anadoluya ilk gelişinde müderrislik yapar. Çok kişi, yetiştirir. Sonra tekrar bu illere gelir ve Anadolu'ya ikinci kez dönüşünde, Bursaya yerleşerek inzivaya çekilir. Halvetiler, halveti, yani yalnızlığı sever, kalabalığa karışmaktan hoşlanmazlar. O da uzleti tercih eder. Fakat tamamen de halktan kopmaz, halk içinde Hak ile olmaya gayret eder. Buradaki fırını yaptırır, merkebiyle dağdan getirdiği odunlarla yaktığı fırında, elleriyle yoğurup pişirdiği dualarıyla bereketlenen ekmekleri halka satmaya, yoksullara dağıtmaya başlar.'
_ Bu semtin adı ne? diye sordu, babam.
_ Şeyh Hamit Mahallesi... Ali Paşa Çınarı civarındayız. dedi, Arif Bey.
_ Somuncu Baba'nın adı verilmiş, demek ki! Çilehanesi nerede? Biz göremedik.
_ Orası iki göz odadır. Birisi o gördüğünüz fırın, biri de bitişiğinde ders verdiği, seçkin talebelerini yetiştirdiği, Emir Buhari Hazretleriyle, Yıldırım Beyazıtla sohbet ettiği çilehanesidir.'
_ Orta Asyadan göç eden atalarımız yerleştik düzene geçince, hayvancılığın yanısıra ziraatla uğraşmaya başlamışlar, ağaçlandırmaya önem vermişler. Anadolunun Türkleşmesi ve İslamlaşması için de son derece gayret sarf etmişler. Eğitim, hizmet ve irşad kervanı denecek bu faaliyetleri yürütenler, âbide şahsiyetlerden ilhâm alan dervişlerdir. Orta Asyadan gelen bu kolonizatör dervişlerin fedakârlık ve feragatle çalışmaları, Anadolunun her yerinde okullar açmaları, bıkmadan usanmadan oralarda dersler vermeleriyle halkımız Türklük ve Müslümanlığı öğrenmişler, Osmanlı Devletinin temeli, bu sağlam kültürle atılmış, üzerine İmparatorluk inşa edilmiştir.
_ Anadoluda İslamiyeti yaymaya çalışan mutasavvıflardan Ahmed Yesevî, Yesevîliği¸ Seyyid Yahyâ-yı Şîrvânî, Halvetiyyeyi¸ Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîliği¸ Muhammed Bahâeddîn-i Nakşıbendî ve Nakşıbendîliği¸ Abdulkâdir-i Geylânî, Kâdirîliği oluşturmuştur. Anadolu topraklarında, Türkistandan, Baküden ve Bağdat ve Belh Şehirlerinden gelen mutasavvıfların, ulema ve meşayıhın çok emeği vardır.
_ Ahmet Yeseviler, Haci Bektaş Veliler unutulur mu? Yesevîlik, Hacı Bektaş-ı Velîle yepyeni bir kimliğe bürünmüş, Orta Anadoluda harika çalışmalar yapmışlar, hatta Yeniçeri Ocağını bile iyi yönde etkilemişler. Sağ olsalardı, ülkemizin bu hale gelmesine göz yumarlar mıydı?
_ Muhammed Bahâeddîn-i Erzincânî¸ Tâceddîn-i Kayserî¸ Habîb-i Karamânî ve Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî ile de Halvetîye üç kıtaya yayılmış. Hatta Mısırda dahi hizmet ve irşada devam etmişlerdir. On dördüncü yüz yılda Yesevîliğin devamı olarak ortaya çıkan ve Molla İlâhî ile kurulan Nakşıbendîlik de hızla yayılmaya başlamış.
_ Mevlananın yolu olan, Mevlevîlik, Mesnevî ve Mevlevîhâneler ile ülkenin her yerindeki elit tabakaya hitap etmiş ve çok tutulmuş, günümüzde dünya kardeşliğinin çekirdeğini oluşturmuştur. Bu kişilere çok şey borçluyuz biz. Afedersiniz, konuyu dağıttım galiba. Lütfen devam edin!
_ İşte bu fırında ekmek yapmaya başlamış. Her sabah erkenden kalkar, insanlar uyanmadan pişirdiği ekmekleri eşeğine yükler, Kapalıçarşıya satmaya inermiş. Kapalıçarşı esnafının dükkânlarının yedek anahtarları dahi onda dururmuş. O kadar güvenilirmiş:
_ Müminler, somunlar! .. diye seslenirmiş.
Gördünüz ya fırıncağızını... Küçücük... Orada ne kadar ekmek pişer? O ekmekleri, duasının bereketi ile Allah-ü Teâlâ, yüzlerce kişiye yetirirmiş. Kocaman olurmuş somunları, bayatlamaz, bitivermezmiş. Herkes yolunu bekler, doyurucu ve lezzetli olduğu için ekmeğini ondan alırmış. Onun Allah aşkıyla yaktığı fırında pişiyor tabi, nefis olmaz mı? Hemen biter mi?
Yıldırım Beyazıt Devri... Bursa başşehir... Padişah, Ulu Camiyi yaptırıyor. Karagözle Hacivat da çalışıyor inşaatta. Amelelere, ustalara ekmek satıyor. Parası olmayanlara bedava dağıtıyor, cami inşaatına katkısı oluyor.
O zamanlar onun adını sanını kimse bilmiyor. Somuncu Baba diyorlar.. Bursada herkes onun nur yüzünü görünce mutlu oluyor, özellikle Kapalıçarşı esnafı çok seviyor, sohbetinden haz alıyorlar ama kerameti gizli, onu sadece Ekmekçi Koca olarak biliyorlar.
O sırada kapı çalındı. Arif Bey, gelen yaşlı adamcağızı içeriye davet etti. Onunla bir süre konuştu, hal hatır sordu. Konu bölündü. Ekmekçi Kocanın kerametinin nasıl ortaya çıktığının merakı içindeydim. İçimden, yaşlı adamın bir an önce ya susmasını, ya kalkıp gitmesini istemedim desem, yalan olur. O ise emekli müftüye dini konularda sorular sormaya, cevaplarını tartışmaya başlamıştı ve hiç oralı değildi. Merak, ne kadar kötü bir duygu! İnsanları kıskacında kıvrandırıyor!
***
Onur BİLGE
Onur Bilge
Tarih : 2010-03-19 18:30:41 | Hit: 2962 | Puan: 0
Copyright © 2007 - ∞ by CemveNuray.Com. Tüm hakları Cem ve Nuray'a aittir.